Ekonomi Politik’te Ali Bilge, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik matriksini değerlendirirken; iktidar içi çatışmalar, muhalefete yönelik kuşatma politikaları, çöken sermaye birikim modeli ve hukukun çöküşü ekseninde 'otokrasi ötesi' bir rejimin ekonomik ve toplumsal sonuçlarını tartışıyor.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!
Özdeş Özbay: Günaydın!
A.B.: İyi haftalar!
Ö.M.: Her Pazartesi günü aynı cümleyi sarf etmek zorunda kalıyorum ama sizinle Pazartesi günü hafta sonunun değerlendirmesini içine alan bir şey konuştuğumuz zaman haddi hesabı olmayan kaos haberleri veriyor oluyoruz. Bu sefer daha da öyle değil mi?
A.B.: Her program öncesinde yüksek dalga boyunda alaboralar yaşıyoruz. 22 Eylül’de belirtmiştim; “İçeride ve dışarıda çok köklü gündem değişiklikleri olacağı bir evreye giriyoruz. Pek öyle spekülasyon yapmak istemiyorum ancak önümüzdeki aydan 2026’nın ilk aylarına kadar hem içeride, hem de dışarıda çok ciddi durumlar olabilir. Türkiye’de her zaman gündem sancılıdır, zordur ama ülke içinde ve dışında daha yüksek dalga boyutunda alaboralar yaşanabilir,“ demiştim.
Olağanüstü olayların yaşandığı bir ülke halindeyiz. Mutlak butlan davası 8-9 ay sürüyor ve çöküyor, hemen arkasından casusluk davası devreye sokuluyor. Aylardır devam eden CHP üzerindeki abluka hız kesmiyor. Yargıda, siyasette ileri ve geri kararların alındığı bir zemindeyiz; bir ileri beş geri karaları alındığı bir ülkeyiz. Böyle bir oyun sahnede. Peki nedir bu?
Durumu doğru bir şekilde analiz etmek gerekiyor. Bu bir iletişim stratejisi mi? Kamuoyunu yoğurma eylemi mi? Yoksa ipin ucunun kaçması mı, hakim olmamak mı? Yoksa için için iç kavgaların yansıması mı? İyi görmek lazım olan biteni...
‘Memlekette militan bir yargı yarattık’. Böyle bir yargı yarattığımızı ben söylemiyorum, AKP kurucusu, eski Meclis Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile AKP kurucusu ve eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik söylüyor. İçinde bulunduğumuz durum; bir nevi İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri, 12 Eylül Mahkemeleri gibi olağanüstü dönem mahkemelerinden beter ve ciddiyetsizlik de had safhada.
Memleket siyasetinde çapraz kavgalar, çatışmalar yaşanıyor. Bir de kaygan olmayan, güvenilir olmayan uzlaşmalar yaşanıyor. Çok karışık bir durumdayız, böyle bir matriks içindeyiz. Matriks; biyolojide, matematikte bilim kurguda kullanılıyor, siyasette de kullanıyoruz son yıllarda. Matriksin bir anlamı daha varmış; ‘döl yatağı, rahim’ anlamına da geliyormuş. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz siyasal matriksi çözmek, çatışmaları sorunu anlamak ve çözüme katkıda bulunmak demek, yeni bir doğum yaşamanın ön koşulu içinde bulunduğumuz siyasal matriksi çözmekten geçiyor.

İsterseniz matrikse; çatışmalara ve kaygan uzlaşmalara bakalım:
İlki; AKP -MHP iktidarı içindeki gerilimler, çatışmalar ki tabloya bu yansıyor zaten, pek çok konuda bunu görebiliyoruz. İkincisi; AKP içi gerilimler ve çatışmalar yaşıyoruz, bu çatışma eski-yeni arasında olduğu gibi, sarayda harem-aile içi, Enderun içinde de oluyor. Üçüncüsü; AKP’ye destek veren çıkar grupları ile iktidar arasında gerilimler ve çatışmaları gözlemliyoruz. Dördüncüsü; daha hafif olmakla beraber, diğer milliyetçi partiler ile iktidar ortağı MHP arasında yaşanan gerilimleri, aynı zamanda muhafazakar partiler ile AKP arasında yaşanan gerilimleri, irili ufaklı olsa da siyasal matrikse eklemek gerekiyor. Beşinci olarak; DEM- Öcalan’ın AKP-MHP iktidarı ile kurduğu kaygan güvenilir olmayan uzlaşmayı eklemeliyiz. Bu uzlaşmanın Kürt siyaseti içinde yarattığı gerilimleri de görüyoruz. Gelişmeler, Kürt siyasetinin geleceği için endişeleri çoğaltıyor. ‘Demirtaş’ın hapiste olmasını kim ya da kimler istiyor?’ sorusu soruluyor, bu soru çoğalıyor. Öcalan vesayetinin Kürtlerin ve Kürt siyasetinin önünü açamadığı belirtiliyor. Ayrıca iktidar ile Öcalan-DEM arasında var olan kaygan uzlaşmanın, CHP’de ve diğer muhalif kesimlerde yarattığı, pek yüzeye çıkmayan duygusal gerilimlerde bulunuyor. Bu uzlaşma, yağlı balık gibi elden avuçtan kayıyor. Bir taraftan Diyarbakır’da yürüyüş yapanları içeri alıyorsunuz, bir tarafta PKK geri çekilmeleri oluyor.
Tüm gerilimleri, çatışmaları ve uzlaşmaları siyasal paspartuya eklemek gerekiyor. Paspartu bu şekilde iken ana muhalefete ve muhalif medyaya yönelik kuşatma, boğma, bölme, güçten düşürmek için casusluklara varan operasyonlar hız kesmeden devam ediyor.
Ana muhalefet CHP; tüm saydığım siyasetteki gerilimler, kaygan güvenilir olmayan uzlaşmalar ortamında kendine yönelik kuşatma harekatı devam ederken, tek başına ayrışıyor ve güçleniyor. CHP’ye yapılan operasyonlar, AKP-MHP iktidarında karşılık bulmuyor, güç azalmasına neden oluyor ve bunu iktidarın içerisindeki unsurlar, destekleyen gruplar da görüyor.
Bütün bunlar, iktidarın artan ölçüde agresif davranışlar içinde olmasına yol açıyor. Neden? Ekonomi şaşmış vaziyette; bir gün ‘Türkiye’nin konut sorunu kalmamıştır’ deniyor, ertesi gün ‘500 bin konut yapacağız’ deniyor.
Neoliberal istikrar program uygulamalarını izlemekle geçti ömrüm; 1980’lerden itibaren heterodoks, Ortodoks istikrar programları ile; Rusya, Türkiye, Meksika, Arjantin, İsrail ve Asya deneyimleriyle haşır neşir olduk. Bugün, Türkiye’de yine bir neoliberal “ŞOK” istikrar programı uygulanıyor ancak programın üzerinden 2,5 seneyi geçmiş ve hâlâ bir sonuç yok. Bu tür istikrar paketlerin bedeli her daim halka ödetilir ancak genelde bu tür sert uygulamaların 1 ya da 1,5 yıl içinde sonuçlarını alırsınız; halkın beli bükülmesi pahasına enflasyon düşme sürecine girer. Türkiye’de hâlâ onuç vermedi, vermiyor da; dezenflasyon programı tutmadı, dış kaynaklar da yeterli değil ve beraberinde bir yolsuzluk furyası içindesiniz. En son Merkez Bankası yöneticilerinin karıştığı yolsuzlukları okuyoruz.
AKP iktidarı boyunca çeşitli ekonomik krizler yaşadık, 128 milyar skandalını, ‘NAS’ skandalını, Damat olayını, eksi döviz rezervlerini, kur garantili mevduat uygulamalarından sonra 2023’te Mehmet Şimşek ekonominin başına getirildi ve çok sert bir program uygulandı. Bu sert programın üzerinden 2,5 yıl geçti, sonuç yok ve delik deşik olan programla devam ediliyor. Toplumun belini büken ancak sonuç alınamayan bu gelişmeleri topladığımızda ve dış kaynak sıkıntısını da eklediğimizde vaziyet kötü.
Türkiye’nin ekonomi politiğinde bir menfaat topoğrafyası var. Saydığım iç siyasal gerilimler ve ekonomi politikalarında başarısızlık menfaat topoğrafyasında değişiklikleri zorluyor.

Bir de şu tespiti yapmak lazım; AKP’nin uyguladığı bir sermaye birikim modeli oldu: Kendi saflarını, kendi burjuvazisini geliştirme modeliydi. Bu model de dış kaynak girişi ile çalışan bir model ve yeterli dış kaynağı akmaması nedeniyle dar boğaza girmiş bulunuyor. Bu birikim modeli de, Türkiye’nin geleneksel neoliberal birikim modeli de dış kaynağa muhtaç. Dış kaynak da eskisi gibi girmiyor, sınırlı ölçüde geliyor ve böyle olunca da pasta küçülüyor, iktisadi büyüme gerçekleşmiyor, çatışma çıkıyor, menfaat topoğrafyası değişmeye başlıyor.
Hem yüksek enflasyonla yaşıyorsunuz, hem yüksek enflasyonun bedelini orta sınıfa ve alt gelir gruplarına ödetiyorsunuz; orası çöküyor, orası mutsuz ve sürünüyor. Son depremlerin yaraları hala sarılmış bile değil. AKP ‘nin uyguladığı sermaye birikim modeli çöktüğü için de kriz bitmiyor, Türkiye’yi yönetemez hale geliyorsunuz. Bunu sonucu ne oluyor?
Biraz geriye gidelim; 1913 Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra İttihat ve Terakki hükümeti diktatörlüğünü kurdu ve gayrimüslim sermayenin Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi operasyonuna başladı. Bu politika Cumhuriyet döneminde devam etti, Cumhuriyet dönemi boyunca sermayenin Müslümanlaştırılması, Türkleştirilmesi ve laikleştirilmesi sürecini yaşadık. Bu durum 80-90 yıl böyle devam etti ama AKP döneminde bu topoğrafyada değişiklikler oldu. AKP, kendi burjuvazisini yarattı ve önceden gelen ve yakınlaşan periferisindeki sermayeyi - buna günlük dilde ‘havuz sistemi’ deniyor - önce kamu kaynaklarının aktarılması ile palazlandırdı, daha sonra konsolidasyonlar, el koymalar başladı.
İttihat ve Terakki döneminde sermaye ve medyaya yapılan uygulamalara baktığımızda da bunu görürüz, Cumhuriyet döneminde de görürüz. Bu dönemlerde de basına-medyaya el koyarken gerekçe olarak düşmanla işbirliği yapmak, casusluk motifi kullanılırdı. AKP döneminde geleneksel sermayede, laik-Kemalist sermayeden İslami sermayeye, adı ‘İslami’ ama aslında cismani AKP sermayesine geçiş yaşanmaya başladı.

Ö.Ö.: Özür dilerim, sizin söylediğiniz aklıma getirdi; TMSF’nin elinde binden fazla şirket varmış.
A.B.: Geçtiğimiz haftalarda Varlık Fonu ve TMSF’ye dikkat çektim. Şubat başındaki TÜSİAD olayını hatırlayın; TÜSİAD’ın karşı çıkışı, Devlet Denetleme Kurulu, Siber Güvenlik Kurumu ve TMSF için yapılan yasa değişikliği nedeniyle oldu. İçinde bulunduğumuz yıl içinde pek çok kez gündeme getirdik. Değişiklik neydi? ‘Suçların işlendiği hususunda kuvvetli sebeplerin varlığı halinde TMSF şirketlere veya mal varlığı değerlerine 5 yıl süreyle kayyum olarak atanabilir’ maddesi eklendi. Şüphe duymak yeterli oldu. Bu iş bitti! Hukuk yok, mahkeme kararı olmadan el koyma hakkına sahip oluyorsunuz.
Ö.M.: Sıfırlanmış oluyor değil mi esas olarak?
A.B.: Evet.
Ö.M.: Hukuk ve adalet nosyonları birden infilak ettirilmiş, patlatılmış oluyor yani?
A.B.: Evet.
Ö.Ö.: TMSF bu şirketleri işletiyor benim anladığım.
A.B.: Tabii.
Ö.Ö.: Çünkü en son TMSF başkanı şunu dedi, "Daha hiç satış yapmadık".. Yani bin tane şirketi işletiyor.
A.B.: Evet. Bakın, geçen haftalarda da söyledim; Varlık Fonu ve TMSF, Türkiye’nin en büyük kuruluşu ve TMSF’ye alınan şirketler daha sonra ne oluyor?
Ö.Ö.: En büyük holding oldu deniyor zaten.
A.B.: Tabii, buradan da yandaşlara satış oluyor.
Ö.Ö.: Ama geçenlerde TMSF başkanı, “Hiç olmadı,” dedi.
A.B.: c’deki şirketler bir işletilir, daha sonra satılır, buraların yönetimleri de ciddi arpalıklardır ki zaten yönetimlerinde en tepedekiler bulunur. Varlık Fonu’nun yönetimi Saray’dır ve başkanı Erdoğan. Hiç el koyma olmaz mı? Elbette olur. Soruşturmalar açılır, iddianameler yazılır, kanıtlar sunulur, daha sonra mahkemeler karar verir ve hakim de sonunda, ‘Bu kurumun El Kaide ile ilişkisi olduğunu saptamış bulunuyorum, el konulması lazım’ der. Böyle süreç işler ama böyle bir süreç yaşanmıyor. Aynı şekilde Devlet Denetleme Kurulu’na da yetki verildi; ‘kamu görevlileri el koyabilir’ diyor yani çok değişik kanallardan mal varlığına, şirketlere, medya kuruluşlarına el koyması imkanı tanındı.
Buna ilişkin bir düzenleme daha önce Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştü, Bildiğim kadarıyla bu düzenlemeyi de CHP, Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor ama daha önceki Anayasa Mahkemesi’nin bileşimi daha farklıydı, bugünkü gibi değildi.
Bugün Türkiye’de sermayenin de, emeğin de hiç kimsenin bir güvencesi yok, basına da, sermayeye de el konabiliyor. İktidar yanlısı olan grupların hafif bir yol değiştirmesinde bile el konuluyor. Medyada iktidar kontrolü neredeyse %99’a ulaşmış durumda.. Muhalif medya mimimize olmuş durumda ki zaten Tele1 ile kalan diğerlerine de mesaj veriliyor. Halk TV’nin pek çok soruşturması devam ediyor. Türkiye’de otokrasi ötesi bir şey diye tanımladığım bir düzendeyiz.
Ana muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayı en son casuslukta suçlandı ve sayısını kendisinin bile bilemediği soruşturmaları, davaları, mahkemeleri sürüyor. Ana muhalefet belediyelerinin de neredeyse tamamına yakınına soruşturmalar açılmış, belediye başkanlıklarına kayyumlar atanmış ve başkalar ile 300 küsur belediye bürokratı hapiste.
Yaşananhukuksuzlukla birlikte işleyen ekonomi düzenine, otokratik ve otokrasi ötesi rejimler için kullanılan bir tanım var; Ekonomik drijizm. İktidarı ele geçiren grubun sadece sınıfın değil; grubun ekonomiyi güdümlemesi, onların istediği gibi yönetmesi demek. Kapitalist rejimin güdülediği, genel olarak burjuvazinin içinde bulunan otokrat ailenin, kesimin isteklerine göre çalışan sistem demek. Piyasa mekanizması; para, kredi, finans, fiyatlama, Merkez Bankası, bankacılık, kambiyo sistemi o grubun, o anlayışın çıkarlarına göre çalışıyor. Devleti ele geçirenlerin bu şekilde yönetmesi demek. Ne oluyor? İtaate göre ödüllendiriliyorsun ve himaye ediliyorsun ama itaat yok ise müdahale geliyor. Bu uygulama iktidarla birlikte yürüyen sermaye gruplarına da olabiliyor. Ekonomik drijizmde, sermaye sahipleri üzerinde tercihte bulunabiliyorsun ve işte buna dayanan bir sistem mevzuatını da oluşturdu. Bunları hep anlattım, yıllardan beri bu mevzuatı takip ediyorum, ‘otokrasi ötesi bir rejimdeyiz’ demem bu nedenle. Bugün söylediklerimi 2019’da yazdım ve Ekonomi Politik’te de anlattım.
Ö.M.: Murat Sabuncu’dan sabahleyin birazcık okuma fırsatı bulduğumuz makalesinde Prof. Dr. Betül Çelik’in incelemesine bir gönderme yapıyordu; “Türkiye’nin bu seferki barış süreci devlet merkezli ama toplumsal meşruiyeti zayıf bir model ve yalnızca güvenlik politikalarının yeniden biçimlendirilmesine ve muhalif kesimlerin tasfiyesine indirgenirse demokratikleşmeden sonra o zaman otoriterleşmeyi besleyebilir,” diyor Prof. Çelik ve dünyadaki örneklerden de bahsederken, “Oraya doğru bir gidiş gözüküyor” demiş. Ayrıca Murat Sabuncu’ya da doğrusu sizin de dile getirdiğiniz noktaları işaret ederek soruyor, “Sorular çok, demokratik bir mücadeleyle konuyu sadece iktidara bırakmadan hukuku ve barışı bir arada yeniden inşa etmek mümkün olabilir mi?”
A.B.: Şöyle bir analoji kurulabilir; biraz önce 1913 Bâb-ı Âli Baskını, İttihat ve Terakki’nin diktatörlüğünün kurulmasını getirmişti demiştim ve aynı zamanda sermaye ve basında Müslümanlaştırma, Türkleştirme başladı, el değmeleri ve el koymaları getirdi o dönem, aynı zamanda yolsuzluklar da söz konusuydu. O dönemde İttihat ve Terakki’nin içerisinde bir grup var yani geniş bir grup içinde dar grup her şeyi güdümlüyor, güdülüyor, işler onlara göre cereyan ediyor, elbette bu gruplar içinde de çatışmalar oluyor.
100 yıldır devam eden bu uygulamaları aşamadık; önce gayrimüslimler üzerinde sermaye ve medya konsolidasyonu oldu, hem İttihat ve Terakki döneminde, hem de Cumhuriyet döneminde o kadar çok gazete ve matbaa kapatılmış ki... 1945 Tan gazetesi baskınını hatırlayalım; muhalif-sol eğilimli Tan gazetesinin yok edilmesi tek parti rejiminin hukuksuzluğuna karşı muhalefet sesinin ezilmesidir ancak Tan ile birlikte azınlık diye tabir edilen gayrimüslimlere ait gazeteler de tahrip edilmiş ve yok edilmiştir, bunu da hatırlatmış olalım.
Ö.M.: Evet, çok önemli bir noktayı dile getiriyorsunuz; Tan olayı sadece bir sol gazetenin üzerine yüklenme değil, aynı zamanda azınlık meselelerine, konusuna da değinen bir şey.
A.B.: Sermaye ve mal varlıklarına el koyma örneği olarak, 1963 Gizli Kararnamesi’ni de hatırlatalım; İsmet İnönü’nün yıllar sonra başbakan olduğu dönemde 27 Mayıs dönemi tasarrufudur aynı zamanda çünkü hükümetin arkasında Milli Birlik Komitesi var, sermaye konsolidasyonu hep devam ede gelmiştir. Bugünkü sermaye konsolidasyonunda ise iktidardaki kesimlerin çevresinde yaratılmaya çalışılmaktadır.
Buna karşın geleneksel sermaye suspus ki TÜSİAD zaten suskunken bir ses çıkardı, neler yaşadı gördük. TOBB zaten ölü numarası yapıyor, hiç sesi çıkmıyor, gayet uyumlu bir şekilde rejimle çalışıyor. Emek kesimi aşırı ezilmiş bir durumda.
Bu konuda bir de şunu eklemem lazım; AKP burjuvazisinin bir çalışma şekli var: Havuzun büyükleri yanlarına bir yabancı kuruluş alıyorlar, yabancının alınması ileride kendilerine yönelecek bir soruşturmada uluslararası tahkime gidebilmek için yani bir anlamda gelecek garantisi.!
Son zamanlarda iktidara yakın olmuş, özendirilmiş, güçlendirilmiş şirketlere de el konuluyor ve mesaj şu; ‘Sen sayemde serpildin, raydan çıkamazsın’ tedbirleri ve cezası oluyor. Diz çökmeyenler, çöküp de vazgeçenler, düzene uymayanlar, dümeni kıranlar cezalandırılıyor. Neden cezalandırılıyor? Çünkü kaynak da azaldı, böyle bir konsolidasyonun arka planında dış kaynak eksikliğini görmek lazım. Dış kaynak akışının çok iyi olduğu zamanlarda menfaat çatışması, topoğrafyasında büyük değişiklikler olmaz. Yıllardır izlerim, yaptığım tespit böyle; kaynak azaldığı vakit, pasta küçüldüğü, azaldığı vakit konsolidasyonlar, kavgalar, dövüşler artar ve bu rejimle bir de hukuksuzluğu eklediğinizde çok rahat oluyor.
Bu süreç ne kadar devam edebilir? Yakında 350 milyar liralık yeni bir vergi paketi açıklanacak, tamamını yine yoksullaşmış kesimlere bindiriyorsunuz. Bu kesimlerde hal, takat kalmadı. Kaynak yok. Neden yok? Çünkü kaynaklar başka yerlere kanalize edildi? Çok güç günler içindeyiz.
Ö.M.: Bunları konuşmaya tabii devam edeceğiz, maalesef süreyi de bitirmiş bulunuyoruz.
A.B.: Peki, size iyi yayınlar!
Ö.M.: Çok teşekkür ederiz Ali Bey.
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.
A.B.: Hoşçakalın!


